3 Mayıs 2014 Cumartesi

GELENEKSEL ISLAH

YATAY DİRENÇ


www.rafiusa.org/pubs/Seeds%20and%20Breeds.pdf
Yatay Direnç
Dr. Raoul Robinson 

50den fazla yıl önce, 4 yıllık üniversite öğrencisiyken, tüm direnç durumları er geç, genellikle hızlı biçimde, mutlaka bozulduğu için hastalıklara karşı bitki ıslahlarının tümüyle bir zaman kaybı olduğunu öğretiyorlardı. Derslerde DDT kimyasalının bir pestisit olduğu keşfi için Nobel Odülü alan İsviçre’li Dr. Paul Miller’i anlattılar. Direnç için ıslah değil kimyasal yolunu benimsememizi yoğunluklu biçimde tembih edildik. Bu kafa yapısı çok güçlü bir şekilde bugüne kadar devam ediyor. Çok şükür Kenya’ya bir yolculuğum sırasında bu ögretiyi alt üste eden deneyimlerim oldu. 
Ben, bozulmayan, çözülmeyen dirençten söz etmek istiyorum. Parazitlere karşı her türlü koruma iki sınıfa ayrılabilir, istikrarlı olanlar ve olmayanlar. Yeni bir antibiyotiğinızin olur lakin çok az zaman içinde yeni bir bakterya türdeşi çıkıp antibiyotiğe bana mısın demiyor. Zira bu koruma istikrarlı değil, yeni patojen (hasta yapan organizma) türdeşleri ile bozuluyor. Görece yeni sentetik pestisit olan DDT, 2. Dünya Savaşından sonra keşfedildi. Müttefik orduları yaz ortasında Napoli’de konaklarken sağlık subayları tifo ve sıtmadan ciddi salgınlardan korkuyorlardı. Ellerinde bol DDT’nin olduğundan tüm Napoli’yi ve Napoli’leri DDT ile ilaçladılar ve salgın olmadı. Ancak birkaç ay sonra Napoli, DDT-dirençli siyah sineğe sarılmış oldu. DDT, istikrarlı olmayan bir koruma mekanizması. 
Piretrin maddeleri, eski Yugoslavya’da biten yabani bir çiçekte bulunuyor. Yüzyıllarca Dalmatya’lılar bunları toplayıp pire ve tahta kurusuna karşı yatakların içine koyarlardı—piretine karşı koyabilecek bir pire veya tahtakurusu henüz ortaya çıkmış değil. Doğal piretinlerin kullanımı 2-3 yüzyılı sürmesiyle bunun istikrarlı bir insektisit olduğuna kanaat getiririz.
Bordo bulamacı, 1882’de Fransa’da keşfedilen bir fungisit. O gün bugün yaygın kullanımda ve yeni bir mantar türevine henüz boyun eğmemiş. Üzümde (downy mildew—bir küf türü) ve patateste (blight) küfler ve pasları kontrol altına tutmak için kullanılıyor ve istikrarlı bir fungisittir. 
Widimil küfe (blight) karşı sistematik bir fungisit. Ancak kullanıldığı ilk birkaç sene sonrasında dirençli mantar türevlere karşı etkisiz oldu. Istikrarlı olmayan bir fungisittir. 
İki nevi direnç var: dikey direnç ve yatay direnç. Dikey direnç, yeni patojen (hasta yapan) türevleri veya böceklere bozularak istikrarlı olmayan bir direnç. Bu direnç, eski profesörlerimin bahsettikleri olanıdır. Yatay adlandırılan başka bir direnç var ve kalıcıdır—yeni patojen ırklarına bozulmuyor. 
Bu iki direnç türü birbiriyle kıyaslayalım. Dikey direnç, tek genler tarafından kontrol ediliyor dolayısıyla mirası ve etkileri açısından kalitatiftir. Bunun anlamı, ya tümüyle koruyor ya da hiç korumaz, ara durumları yoktur. Ya mevcut ve işlevsel ya da hiç işlevsiz. Yatay direnç ise kantitatif; bunun anlamı, asgari ile azami yelpazesinde her derecede değişik etkililiği gösterebilir. Bitki koruma kimyasallerinin olmadığı ortamlarda asgari düzeyde yatay direnç olursa bitki kayıpları topyekun olur Azami düzeyde yatay direnç olursa kayıplar yok sayılacak kadar az olur.
Dikey direnç, büyük alan direnci olarak adlandırılır çünkü işlevsel iken iklim koşullarından çok az etkileniyior ve çok geniş ekolojik alanlar üzerinde etkili olur. Bunun klasik örneği, Yeşil Devrim’in ilk buğdayları. Bunlar kendilerini Fas’tan Çin’e kadar gösteriyordu ancak teorik olarak yeni bir zararlı türevi bunu çok çabuk delebilirdi. İyi ki bu olmadı. Yatay direnç ise küçük alan direncidir. Her tarımsal ekosisteminde farklıdır. Bu meseledeki fark, bitki parazitlerinin hastalık yapma (epidemiolojik) kapasitesi, ki bu, tarımsal ekosistemden ekosisteme çok değişik olur. Öyle ki kendi ekosistem ile tam denge sağlamış olan bir patates çeşidi, başka bir ekosistem ile aynı denge bulamayacak. Bunu ikinci ekosistemine götürürseniz bazı parazitlere karşı fazla dirençli olur, bazılarına ise yetersiz. Tüm önemli parazit türlerine karşı yatay direnç için ıslah etmeniz gerekiyor. Bizim yerel ekosistem için ıslah edilen yeni bir çeşit, bu sistem için iyi performans gösterir fakat herhangi başka bir sistemde performansı düşük olur. Çoğu tarımsal ekosistem, kendi ıslah programlarının olması için gerekçe gösterebilecek kadar geniş olmasıyla beraber dikey direnç yatay direnç ile kıyaslanınca ikincisi küçük alanlara hitab ediyor.
Kalitatif etkileri ve geniş alanlarıyla beraber dikey direnç iyi tanınan, gündemde olan direnç örnekleridir. Bu, “Yeşil Devrim”, “Mucize buğdayları”, “Mucize pirinçler” gibi isimlerle özdeşleştiriliyor. Yatay direnç ise az bilinen, gündem dışıdır. Bugün bahsettiğimiz bitki türleri için amatör ıslahçı gruplarının ürettikleri direnç türüdür. Kendi yerel tarımsal ekosistemler içerisinde iyi bilinebilir fakat mucize buğdayları ve pirinçleri gibi şöhret sahibi olmaz.
Dikey direnç pahalıdır. Çok ileri düzeyde eğitim görmüş bilim insan ekipleri, pahalı laboratuarlar ve serlere muhtaç. Meksika Şehri’ndeki Uluslararası Buğday ve Mısır Merkezi’nin yıllık bütçesi sanırım 35 milyon USD. Bu paranın çoğu çeşit bakımı araştırmaları ki bu tabirin anlamı, “bozulan veya etkisi düşmüş dikey dirençli buğday çeşitlerinin yerine geçecek yeni dikey dirençli buğday çeşitlerini ıslah etmeye devam etmemiz gerekiyor”. Yatay direnç ise, çok ucuz. Bugün birkaç arkadaş bir araya gelip karar verse burada bahsettiğimiz bahçe-tarla bitkilerinin bir sürüsünü ıslah edebiliriz hem de birkaç kuruş maliyetine, dış fırçası gibi kolay bulabildiğimiz aletler kullanarak. Örneğin patatesi işlerken mutfak aletleri kullandım, patatesleri kırmak için kahve filtreleri ve robot. 
Dikey direncin teknik düzeyi yüksek. Bu nedeniyle amatör ıslahçılara tavsiye edilmeyen çok pahalı ve geniş, arka plan teknik araştırmalarını yapacak bilim insan ekipleri gerekir. Dikey direnç üzerinde bir yüzyıldır çalıştıklarından dolayı profesyonel bitki ıslahçıları çok haklı olarak direnç özünde bir dikey meselesinin olduğu argümanıyla amatörlere bitki ıslahına uzak kalmalarını öğüt veriyorlar. Kullanımı çok kolay olmasına rağmen hiç biri yatay dirençten söz etmiyor. Herhangi bir amatör birey veya grup, kendilerine yakın bir üniversitede gönüllü insanlardan teknik yardım alarak veya almayarak, yine tek başına bunu yapmak kapasitesindedir.
Dikey direnç istikrarlı değil. Patojenlerin yeni ırklarına bozuluyor. Bu müthiş bir dezavantaj. Kenya’da 1926’da buğday pasına karşı ıslah çalışmalarına başladılar. 1966’da çiftçilere verdikleri tüm bu çeşitlerin ortalama ticari ömür süresinin 4.5 yıl olduğunu keşfettiler—ıslah ile yeni bir çeşidin ortaya çıkarılmasının 8 yıl sürmesiyle beraber.
Yatay direnç istikrarlıdır. Bu kritik önemde bir şey. Yeni parazit ırklarına veya türevlerine bozulmuyor. Bu bikti ıslahına çok önemli bir boyut kazandırıyor: sağlam yatay direnç özelliklerine sahip yeni bir bitki çeşidinin yenilenmesi ihtiyaç duyulmaz, veya yerine başka bir şey geçse yeni olanı ancak çok üstün nitelikli bir bitki olsa olur—eskisi sorun çikardığından dolayı değil. Yatay direnç için başarılı ıslah, kademe kademe birikim yapan bir yöntem; hemen hemen dünyada daha iyisinin olmadığı noktaya kadar iyiden iyiye ilerleyen bir yöntem. 
Dikey direnç ile uğraşmanın otoriter bir yanı var. Üçüncü dünyada çiftçiler olsanız size, 3. dünya ülkelerinde yetiştirilen buğdaylarının %80i CMMC’den çıktığını anlatırlar (CMMC, yukarıda değinılen mısır ve buğday merkezi olabilir). CMMC bundan da çok gurur duyuyor. Bunlar az sayıda dikey direnç gösteren toplam çok az sayıda çeşitler ve 3. dünyalı bir bilim insanı olsam buna çok endişe ederim. CMMC’deki baş ıslaçı, 3. dünya insanlarının %80ine hangi buğday çeşitlerini yetiştirmek zorunda oluğunu emir veren bir nevi diktatör. Bana göre bu korkunç.
Dünyanın her köşesinde sizin gibi amatör ıslahçılardan oluşan binlerce bitki ıslah gruplarının yerel ekosistemlerine göre geniş çeşit yelpazesinden dirençli ve güçlü bitki çeşitlerini ıslah ettiğiniz takdirde her ekosistemin çiftçisi çok sayıda çeşitten seçme hakkı olur. Istedikler bitkileri yetiştirebilir, kendileri de kendi bitki çeşitlerini ortaya çıkarabilir—şayet biki ıslahçılığı demokratik olursa. Bu da yatay direncin belki en önemli yanlarından biri.
Soru-cevap kısmı (kısaltıldı) 
Dikey direnç tek-gen direncidir, gene-gen denilen ilişkisine bağlıdır. Bu, kabaca memelilerde bulunan antibadı ve antijenlerin botanikte olan versyondur, fakat bu benzetmeyı fazla güvenmeyelim. Doğada evsahibinde bulunan direnç ile ilgili her gen, bir kilitte bir silindir gibi. Bu kilide ait olmayan bir anahtarın o kilide çevirmesini engeller. Parazitte her gen, anahtarın tek bir girinti veya çıkıntısı tekabül ediyor. Kendisini durduran bir silindir yoksa anahtar kilidi çevirebilir. Dikey direncin bir kilit-anahtar sistemi gibi işliyor, halbuki yine bütünüyle çeşitliliğe bağlı. Öğrencilerime sorduğum retorik sorularımın favorilerinden biri, “kasabada tüm ev kapılarının kilidi aynı ve tüm evsahiplerinin anahtarları aynı olursa ne olur?” Homojenlik er geç sistemi bozar, sistem varolmaktan çıkar. Halbuki tarımda kendimizi dikey dirençe bağlayarak yaptığımız tam da bu. Yeni bir çeşidi meydana çıkardık, ve o tohumluğun her bitkisinin aynı kilidinin olduğu takdirde parazitin er geç yeni bir türevi ortaya çıkar, bunun her bireyinde kilidi çeviren anahtarı var. O zaman %100 eşlemenin olduğu denilir ve dikey direnç burada biter. Bunun işi bitmiş, şimdi farklı bir dikey direncin olduğu farklı bir bitki çeşidini çıkarmamız gerek. Son yüz yıl boyunca yaptığımız tam da bu.
Bana endişe veren, dikey direnç için ıslaha odaklı iken bu arada hep ve devamlı olarak yatay direnci kaybediyor olmamız. Bu bir dizi nedenden dolayı olur, ana nedeni; yatay direnç için bir ıslah çalışması ancak parazitizmin boyutları gözle görülurse mümkün olmasıdır. İşlevsel dikey direnç ve pesticit ve fungisitler yaygın kullanıldığından dolayı parasitizm kontrol altında iken mevcut yatay direnç düzeyi de göremezsiniz. Bitkilerin çoğunun da parazitlere karşı alıngan olduğu için (dirençli bireyler azınlıkta) bir ıslah programı boyunca nesilleri biriktikçe alınganlığa doğru bir kayma oluyor. Bu bordo bulamacanın keşfiyle patateste 1882’den bu yana süren bir şey. Pamukta 1940larda DDTnin keşfiyle de aynı şey olmaktadır, hatta çoğu tarımsal bitki türünde 1940lardan bu yana bu gözardı edilemez bir oldgudur. 
Soru: Yatay direnç tüm bitkilerde kazandırılabilir mi, bazı bitkiler diğerlerinden çok mu daha zor?
Cevap: Tohum yapmayan sarımsak gibi, erkeği steril olan muz, dişi steril, trioploidler ve ananas gibi bazı bitkleri ıslah etmek hakikatten çok zor. Fakat diğer tüm ana gıda bitkilerinde yatay direnç için ıslahçılık çok kolay. Tüm bitkilerde parazitlerine karşı bir miktar yatay direncin olduğu farz edebilirsiniz ve o zaman yatay direncin azami düzeyine getirilince tüm parazitlere karşı iyi koruma beklenebilir. İstisnalar olur tabi, biyolojide hiç bir kural evrensel olamaz. Islah edilmesi çok zor olan bir diğer bitki, klasik şarap üzümüdür, örneğin cabernet sauvignon’da downy mildew (bir küf türü) için. Sofralık üzümler daha kolay sanırım. İlaç maliyeti görece düşük oldugu için bu zor bitiklere yatay direnç kazandırmak için motivasyon da düşük, ancak pesitsitlerden kurtulmak için yapılması istenebilir.   
Soru: Dikey direnci bir yeri var mı sizce, dikey direncin zaman içinde bozulmadığı bir örnek var mı?
Cevap: Var. Kanada’da buğday sap pası. 40 yıldır aynı dikey direnç kullanılmaktadır. Kanada’da kışlayan pas sineği yok. İlgili sinek ırkı Meksika’dan Kanada’ya kadar ulaştığında buğday hasadı kaldırılmış oluyor. Bir diğeri Avrupa’da patateste olan siğil hastalığı. Dikey direnç ile beraber vahşice kısıtlayıcı yasalar etkili oldu. Bir tarlada siğil hastalığın en ufak belirtisi tespit edilirse o tarla patates ekimi için bir daha kullanılamaz. Ve tüm tarlalarda dikey dirençli patatesin ekilmesi mecburiyeti var. (...) Kalifornia’da domateslerinde fusarium solma hastalığına karşı bir direnç yıllarca sürdü, ancak geçenlerde bozuldu. 
Soru: Çalışmalarınızda tatmin edici direnç düzeylerine ulaşmak için asgari bir bitki kuşak sayısı belirlendi mi?
Cevap: En fazla kuşak sayısı, kesin 15 bitki ıslah döngüsü olur herhalde. Derenç sağlamaya çalıştığınız patojen veya parazit sayısına göre bu daha da az olabilir. Afrika’da patates üzerinde çalışırken önemli saydığımız tüm zararlılara karşı direncin, 8 kuşakta oluştu. Çok uzun sürmez. Safkanlık ıslahından daha hızlıdır.  
Soru: Çalıştığınız farklı ülkelerde yerel çiftçilerin bitkilerinin yatay direnç durumu neydi?
Cevap: Çok değişik. Latin Amerika’da yeni olan tüm türler—buğday, kamış şekeri, kahve gibi—çok zayıftı. Kahve, Güney Yemen’den Seylan’a, Endonezya’ya, buradan Amsterdam’a, sonra Paris, buradan Martinik’ten Guney Amerika’ya geçti. Her etapta (kendi tozlaşan bir bitkidir) daha saf hat haline geldi öyle ki Bresilya’da tüm kahve ağaçları hemen hemen tek bir saf hattandır, dolayısıyla parazitlere karşı çok zayıf.
Soru: Ne gibi popülasyonlarla başlamak gerekir, bir yatay direnç ıslahı programına başlamak için stratejimiz ne olmalı?
Cevap: Bitki türüne göre değişir. Hindistan cevizi olacaksa yeterince büyük bir popülasyon için devasa bir arazi gerekir. Buğday olacaksa büyük bir popülasyon dar bir alana sığar. Kaba bir kural olacaksa 10-20 modern bitkiden başlanmalı ve ıslah popülasyonu pratik limitlere göre mümkün olduğu kadar geniş tutmaya çalışılmalı. Buğday veya patatesten 250 binlik bir popülasyon ile yapabilirsiniz fakat elde 10 bin kadar az ile yine değerdir.
Dikey direnç amaçlı bir ıslah için öncelikle istenen direncin geni bulunmalı fakat bu her zaman kolay olmuyor. Direnç taşıyan iyi bir kaynak yoksa direnç amaçlı ıslah yapılamaz. Yatay direnç için bir ıslah programı için ebeveyin bitkilerinin hepsi zararlılara duyarlı olabilir fakat bu önemli değil çünkü tek gereken şey başlangıçta makul oranda geniş bir genetik zemin. Transgresif segregasyon isimli bir süreç yoluyla aranan dirence katkı koyan poligenler yoğunluğu nesilden nesile birikiyor. %10 oranı ile başlayabilirsiniz, buradan yukarıya doğru %90’a kadar gelince azami direnç düzeyine yanaşmış oluyorsunuz.
Soru: Islahçılar tarafından fikirleriniz kabul görüyor mu?
Cevap: 1970lerde ilk yazılarım yayımlanmaya başladığında aşırı husumet ile karşılandım. Bugünlerde oldukça yüksek bir kabul görmeye başladım fakat belli sayıda eski inatlılar tehlikli bir sersem olduğumu düsünmeye devam ediyorlar. 


İSTİB (İstanbul Ticaret Borsası) Dergisi Kasım ayı sayısi

Genden başlayalım. Nedir özünde? Canlı maddelerin düzenleyicisi.
İlk canlı hücrelerden beri her hücrede genetik materyal bulunuyor. Ölen bir hücrecik soyunu devam ettirecekse ne şekil alacağını bilmeli. Ne gibi dokulardan ve organlardan oluşacak, ne büyüklükte olacak ve neleri tüketerek, nasıl yaşayacak? Gezegenimiz Mars gezegeni gibi steril bir küre değil, tam aksine yapı materyali açısından fazlasıyla zengin, muazzam bir çorba. Ancak haritası olmasa ne şekil alacak? Genler gerçeği 19. yüzyılda evrim teorisinin katkılarıyla keşfedildiğinde bazı insanlar “Aaa büyük düzenleyici buymuş, Tanrı değil” bile diyebilmiştir. Ancak genler nasıl ortaya çıktı, nasıl işliyor gibi sorulara verebildiğimiz cevaplar bugün de hala çok yetersiz. 
Canlılardan yeni canlar yaratılmasına genler aracılık eder: derin okyanus diplerinde, kutuplarda, yanardağların ağızlarında bile. Proteinlerden oluşan bu minnacık merdivenlerin canlı yaratma hırsına ancak hayran kalınabilir. Genler olmasa canlı türleri açısında en büyük çeşitliliğe sahip ekvator kuşağı bile gezegenin göbeğini saran amorf bir pelte gibi kalır!
“Peki tüm bunların benim sabah kahvaltımla ne ilgisi var?” diye sorabilirsiniz. Hani Emanetçiler Derneği ve diğer “tohumcu” grup ve kişiler atadan kalma sebze ve meyvelerin kaybolmaması için uğraşıyor ya, neden bu telaş? Alyanak armudu, Karakılçık buğdayı, Hırsız Almaz kavunu hoş, nostaljik de, yeni nesil modern cinslerden bolca var... Kent yaşam biçimine uygun, ta uzaklardan kent merkezlerine yolculuklara dayanaklı, lezzeti az olsun yine de armut yeme deneyimi yaşatıyor ne de olsa. Hepi topu buysa mesele değer mi onca hayhuya, kentli tüketici gıdaların satıcılara, aracılara kar sağlayacak şekle dönüştüğünü bilir. Kentin gerçeği bu.
Bugün kaybolan eski çeşitlerimizin hikayesinden küçük bir kesit sunmak istiyoruz size, çünkü konu günde üç öğün ağzımıza koyduğumuz gıdalar ve hayatta kalmamıza dair bu kadar temel ve çok boyutlu bir konu olunca her bir canlı hücresinde bulunan kilometrelerce uzunlukta DNA zinciri kadar çok şey var anlatılacak! Yediğimizi belirleyen şey insan ve bitki genleri arasındaki ilişkilerse soframızın uzun romanıdır bu, bir bölümünden başlayalım. 
10 bin yıldan bu yana icra edilen geleneksel tarımda kullanılan binlerce çeşidin ortaya çıkması insanların bitkileri inceleyip gözlemlerine dayandı. Tohumlukları ayırırken en sağlam bitkinin en güzel meyvelerini seçer ve bu şekilde güzelim Ankara armudu, Kadın Parmak üzümü gibi ayrı ayrı çeşitlerin ortaya çıkmasını sağlayan çiftçiler bu çeşitlere ait renk, koku ve tatları bugüne kadar korumabilmiştir. 
1800’lü yıllarda genetik biliminin gelişmesiyle işler yön değiştirdi. Özelliklerin yeni nesillere genetik miraslarını aktarmalarının sırları çözüldükçe bitki seleksiyonunda gözlem ve deneyimin yanında matematiksel denklemler de eklenmiş oldu. Eskiden damak zevklerine, hava şartlarına yerel ekonomik koşullara göre evrilen tarımsal bitki dünyası şimdi bilimsel açıklamalar ve sınırlarla kesinleşip sabitlendi. Bin yıllar önce çiftçiler tarafından ıslah edilmiş, kolektif bir çabayla seçile elene  fakat kimsenin malı olmamış herkese ait çeşitler, labatuvarda geçirdikleri işlemler sonrasında özel mülk haline getiriliyor. Tohumların mülkiyet altına girmesiyle çiftçi, çeşit geliştirme ve koruma işlevini bırakır ve sadece “ekip biçen” kişiye dönüşür. Kendi geleneklerini ve nesilden nesle aktarılan tarım pratiklerini bir kenara bırakarak tohum paketlerindeki kullanma talimatlarını izler.
Fena mı? Modern buğday çeşitlerinin makinelerin biçebilecekleri uzunlukta olması insanları oraktan kurtardı. Artık domates “eskisi gibi” olmasa bile kilometrelerce uzakta yetiştirilip gelse de yılın her mevsiminde elimizin altında. Peki on iki ay boyunca domates, biber patlıcan tüketebilmek için neleri feda ediyoruz? Ne olmuş ki, neden eski geleneksel çeşitler için bunca ağlıyoruz? Bir kere gen üretmeyi bilmiyoruz! Bir de düşünün, çiftçilerin “genlerle dansı” binlerce yıldan beridir bizi besleyebildi ve değişen dünyada geçmiş yaşam pratikleri gün gelip önem kazanabilir. Eğer çiftçiler bu türlerin tohumlarını gazete kağıtlarına sararak, küçük plastik poşetlere koyarak önümüzdeki sezona kadar saklamazlarsa bu tohumlar içindeki genetik harita, yani  pembe domatesi pembe domates, Beypazarı havucunu Beypazarı havucu yapan genetik harita yeryüzünden silinir. Bazı türler tohum bankalarında saklansa çiftçiye geri dönmüyor. Buralarda saklanıp bazen uzun aralıklarla ekilmeyen tohumların döngüsel evrim dansı sekteye uğrayabilir. 
Gıda maceraperestleri Türkiye’nin geleneksel çeşitlilikten geriye ne kaldıysa bunların izini üretici (çiftçi) pazarlarında köy ve kasaba pazarlar ve lokantalarında hala bulabilir. Unutmayalım ki bu tohumlardan beslenerek doğrudan yaşatabiliriz, afiyet olsun!

İnsanın doğayı hırpalamasından ötürü ortaya çıkan kötücül sonuca dair bilinçlilik her gün daha fazla yaygınlaşıyor. Her sabah bir adet altın yumurta veren tavuğun başına gelen şey, aynı sebeplerle kendi yuvamız olan ve uzayda dönüp turlayan minnacık gezegenimizin başına da gelmektedir. Yetinmezlik...  Antik Grek trajedilerdeki gibi bu kahraman da uyarılmıştı, geleceği hakkında haber almıştı. 
Çöküş (Collapse) kitabında Jared Diamond, uygarlık tarihinde dünyanın birçok yerinde insanlar tarafından aşırı kullanmasından dolayı doğanın tahammülünün kırılmasının, direncinin tüketilip çökme noktasına gelmesinin hikayelerini anlatıyor. Depresyona sokan bir okuma da olsa, insanın ne hünerlerle ne değişık hallerle aynı duruma düştüğünü takip etmek enteresan. Örneklerden biri bu topraklarda yaşandı. Verimli Hilal denilen Mezopotamya… Bitki yetiştiriciliğinin ilk yapıldığı yerlerden biri, ilk bakışta muamma: burası step, hatta çöl. Neresi verimli olabilirdi ki? Hep öyle değildi işte. Eskiden tepeler ormanlarla örtülüydü, vadiler türlü türlü otlarla... Tombulca tohumlu buğday başakları avcı-toplayıcılar için önemli bir atıştırmalıktı. Otlar av hayvanlarını da yaşattı, otların gölgesinde akan sularda balıklar da bolcaydı. İnsan bu bollukta göcebe hayatını kısmen bırakabildi ve küçük yerleşimler oluştu. Evlerin etrafına fırlatılan yiyecek atıklarından küçük kompostlar ve tohum çöplükleri oluştu. Yenilebilen otlar burada yoğunlaştı. Bu alanlara su getirildi, istenmeyen otlar ayıklandı derken, tarım çağı doğdu.
Ancak antik çağdan başlayarak yakıt ve gemiler için Verimli Hilal’in ormanları sürekli baltaya uğradı. Jared Diamond anlatıyor, Mezopotamya’nın son ormanları 1. Dünya Savaşı öncesi Hicaz demiryolunu yaparken Osmanlı Imparatorluğu tarafından indirildi. O zamandan bu zamana humus denilen toprağın canlı üst kısmı eridi, bitki türlerin çoğu dayanamadı ve çekildi, yer üstü sular kurudu. İnsan kendine bir bölgenin imkanlarıyla maddi olarak daha bol bir yaşam kurmuşken Diamond’un sözleriyle ekolojik intihar gerçekleştirmiş oldu.
Böylece insan yer yer eski beslenme alışkanlıkların imkanlarını ortadan kaldırırken öte yandan seçtiği bitki türlerinin yaşam koşulları ve ortamlarına müdahale ederek tarım adı altında kendisine yeni besin bolluğu yarattı. Ve bitki ıslahı sihirli girişini yaptı hikayeye. Zararlı otları ayıklamak, su vermek kolay işler de, armudun atası olan en güzel ahlada, geleneksel çeşitlerimizin birisi Ankara armudunun ortalamasını tercih ederim! Peki okuma yazması olmayan ilkel köylü bitkiyi ahlattan bin bir çeşit haline getirmeyi nasıl başardı? Bu hikayenin bazı kesitlerini bir sonraki yazılarda vermeye çalışacağız.
Geçen yazımızda çoğumuzun tabaklarını dolduran modern tarım bitkilerinin eski halinden modern çağa getirilmesinin yoluna ilk adım atalım diye gen olgusuyla ilgilenmiştik. Görünürde veya gizli, hep bu hikayenin baş aktör olacak. Altın, değerli taşlar, cıva gibi dikkat çekici maddeler yanında etrafımızda bulunan sayısız elementlere hayat veren, şekil ve fonksiyon veren genler olmasa diğer gezegenlerde olduğu gibi cansız birer yığın halinde kalır diye anlatmıştım. Genin yeri ayrı… 
Bir anlamda “maalesef ayrı” demek gerekir. Genlerin varoluşu anlaşılmadan önce aktör sayısı ikiydi: insan ve bitki, bitkinin kişiliği de daha çok öne çıkmaktaydı: arsızdı, coştuydu... Bu tanımlamalar hala dilimizdedir. Tarlalar daha küçükken, makineye göre değil de yetiştiricilerine göre şekil aldığında bitki seçilebilir, bir canlı olarak algılanabilirdi. Örneğin Balıkesir köy çocuklarına nineler yaş ağaçların kesilmesini bu sebeple yasaklardı. Bugünse bize biraz uzak kalmış olan bitkideki canlılık olgusunu, genlerin diliyle anlatmak durumuna geçtik. Can yerine gen! 
Hatta durum öyle ilerledi ki genlere bitki dokusundan bağımsız bir unsur, bir madde olarak bakılmaya başlandı. Tohum bankalarımız, “gen bankaları” oldu!  Atalarımızın çağlar boyunca ıslah denilen ikna ve yönlendirme sürecinin sonunda meyveleri, kökleri, sapları ve dallarıyla bizi besleyen bitki gerçekliğinden kopartılarak “gen kaynağı” oluverdi. 
Hayır, bu tarih, bu beceriklilik, hard diskin olmadığı yerlerde polen tanelerini küçüklük düzeyine kadar ayrıntısını tespit edip etrafındakilere, daha sonrakilere aktarmaları, insanı 10 bin yıl sağlıklıca besleyip değerini ispatlamış olması vs vs bütün bunlar beni cezbediyor diye akışa karşı kürek çekmek ne kadar akıllı bir yaklaşım olabilir? Bunları büyük oranda kaybetmiş olan Batılı bahçıvan: kaybetmeden önce akıllıcadır, der.

Buradaki amacımız, 10 bin yıllık insan ve tarım bitkisi ilişkinin perdesini aralamaktır. Amaç, yabani halinden çevirip evcilleştirdiğini düşündüğümüz bitkilerin insan üzerindeki etkilerini düşünmemiz. Öncelikle tarıma geçtiğimiz anlar nasıl yaşandı, tarımın orijinleri denilen görece genç bu araştırma alanından özetin bir özetini yapmaya çalışalım. 

Bu araştırma alanının, tartışmasız önemine göre geç ortaya çıkması akademik disiplinler arasındaki dil ve dünya görüşü uyuşmazlıklarından, bilimsel ölçütlerinin birbirine tutmasından kaynaklanıyor. Çunku tarım arkeolojisinin fikir babası Robert Braidwood’un anladıği gibi bu konu, tek bir uzmanlığın çözebileceği bir konu değildi. Botanikçiler, genetikçiler, antropologlar ve arkeologlar yanında iklim, su ve toprak uzmanları, vs. gözlemlerini katmasa değerlendirmeler eksik kalır. 1980lerle, 1990larla çok-disiplinli ekiplerin keşifleri bizim anlayabildiğimiz dilde kitaplaşmaya başladı. 

Bir kez, dünyada tarımın başlangıç yerlerinin hepsi zaten yiyecek cennetlerinin olduğu anlaşılınca “tarım, insan yiyecek derdine düşünce icad edildi” tezi hemencecik çöp kutusuna yollandı ve tarım yokluğun değil, bolluğun bir sonucu olduğu kabul edildi: tarımın başladığı iki elde sayılabildiği tespit edilen coğrafik noktalar insanların küçük gruplarla dönüp durak yaptıkları, suyun ve balığın olduğu, bol yenilebilir ot ve hayvanların olduğu yerler imiş. Tarımın orijinleri literatüründen “kompost teorisi” adlı sevimli bir sahne ile tarıma doğru ilk kımıldama aslında büyük oranda bir tesadüf, bir kaza olduğunu görebiliyoruz. 

Derin geçmişe dalıp hayal edelim… Otuz kişilik sülaleniz sıcak yaz günleri sağa sola koşmadan karnını doyurabildiğin, dolgun taneli bir çim bitkisinin bol olduğu, bir de avın bol olduğu bir su kenarında yerleşebildiniz ve akşamları buğdayın atasının tanelerini ağzınıza atarak güneş batımını seyrediyorsunuz. Artı kalanları oturduğunuz yerden evin yiyecek atık istifine doğru fırlatiyorsunuz ve bir sonraki yazın ilerlediği günlerden birisi istifte bu atıştırmalık otunun her yerden çok yoğunlukla olarak bittiğinı görüyorsunuz. Kızgın güneş altında bayılmış; az ötedeki çaydan su getirip akıtıyorsunuz. Bu şekilde taze taneleriyle aileniz keyifle yazı çıkarıyor. Bir de ilk filizlendiğinde bunlara gölge yapan diğer otları söküp atıyorsunuz, daha da gür bitiyor. 

Ve tarıma geçtik...bundan böyle çevresini bu biçimde kontrol altına alarak üretim planlaması ile gıda stoklaması ve hatta fazlalıklarıyla bir azınlık için olsa da “boş zaman” olgusu meydana cıkınca ihtisaslar, toplumsal katmerler ve örgütleme imkanı gibi uygarlıkların temel taşlarını döşeyebildik. Bu anlamda tarımın bolluğu, ormanlarda koşuşmaktan vazgeçirerek bizi evcilleştirdi ve terbiye etti. Böylece uygarlıklarını kurup geliştirebilediği tartışmasız avantaj bakış açısıyla insan tarihinde tarıma geçiş kadar doğal ve otomatik, asla bir “neden” meselesi değil sadece bir “ne zaman” meselesi yok gibi. 

Richard Manning farklı bir hesap yapıyor, ama kitabının “neden tarım?” hareket noktası, ajitasyon değil. Tarımın orijinleri alanından ortaya çıkan keşiflerle hayatını modern çaglara kadar sürdüren avcı-toplayıcılar üzerindeki bazı gözlemleri harmanlayarak Daneye Karşı kitabında çoğunluk için tarımın bire angary ve avcı-toplayıcılığa göre daha kötü bir besleme ve sıkıcı bir yaşam biçimi olduğu üzerinde duruyor. “Bir takım adam zamanını, ormanlarda dolaşmasıyla, avcılık ve balıkçılıkla, et karşılığında seks yapmasıyla geçirirken günün birinde ikiye büklu, toprağı çapayla eşeleyen biri görüp, ‘Ne güzel fikir, bunun yerinde onu yapalım’ demişler” esprisi arkasında literatürde geçen birçok örnek gösteriyor. Tarım yapan modern insan tipi ortadoğu bölgelerinden kuzeye yayıldıktan kısa süre sonra, Lascaux mağaralarında ince fırçalarıyla muazzam ayrıntılarla av hayvanlarının resim ustaları olan Cro-Magnon denilen avcı toplayıcı topluluğu yok oldu. Kalıntı olarak bu iki insan tipinin tek bir araya geldikleri noktalarda bir tek ok uçları bulunuyor...geçiş süreci barışcil olmamış gibi görünüyor. Yeni bazı araştırmalar, Çin setinin, Moğol akıncılarına karşı kadar, çeltik tarımıyla zenginleşen Çin imparatorluğunun çiftçilerinin hep steplere kaçmamaları için inşa edildiğini gösteriyor. İster arkeolojik kanıtlar ister modern çağın avcı-toplayıcı halklar üzerindeki gözlemler, bunlar tarıma temas ettiklerinde gönüllü geçişler olmadığı, olsa olsa Amerika’daki kızılderililerin tütünden başka hiçbir bitkiyi yetiştirmedikleri gibi tarıma toptan şekilde değil seçici ve kısmi biçimde geçme gerçeği düşündürücüdür.

Yine dünya tarıma geçince avcı-toplayıcılarin hayatta kalabilmesi için olmasa olmaz üstün dikkat ve doğayı izleme, bilgi toplama ve aktarma yeteneklerini beraberinde geldi insanlık. Ve bu yoğun dikkat, aşkın bir başka yüzüdür. Modernler olan bizim genetik yapımızım avcı-toplayıcı olduğumuzdan bu güne kadar hemen hemen değışmediği için genlerimzde yatan olan bir aşk. 

Tohumlarımız ve Koruma ve Islaha Yeni Yaklaşımlar

Doğamızın bir mücize.. Koruyucu kabuğuyla yıllardır ideal koşulları bekleyebilen tohum, ilk kökü toprağa, ilk yaprağı güneşe ulaşana kadar yanında taşıdığı bir bohçadaymış gibi besinlerini taşıyor. Besin bohçası yanında tohumun aklı da var: bitkinin daha sonraki şekli belirleyen küçük bir gen paketidir. Atalarımız bunu bilmezdi fakat gen paketleri sayesinde zaman içinde tüm bitkilerin—iyiye veye kötüye, bazen dramatik sıçramalarla—değiştiğini biliyordu. Ve çiftçi atalarımız bilinçli-bilinçsiz bu değişim kapasitesini kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmesi için bitkiye nasıl davranması gerektiğini biliyordu. 
Buna geleneksel ıslah diyebiliriz.
Bu yazı, geleneksel ıslahın yeniden keşfedilen değerlerinden ve gerekliliğinden söz edecek. Çünkü eski çeşitlerimizi ortaya koyan atlarımızin kullandıkları kolay tekniklerin yayılması biyoçeşitliliğin kayıplarına karşı elimizde etkili bir yoldur. 
Bugünlerde profesyonel bitki ıslahının zemini olan genetik bilimler, üst bilim branşlarından biri olup yüksek eğitim kurumlarında uzun yıllar kitaplar ve laboratuarları eskitmeden ulaşılamadığı bir ihtisas alanı olarak algılanıyor. Ancak unutmamak gerekir ki bu durum, insanlık tarihi içinde dün gibi yakın tarihe aittir. 10 bin yıldan çok kısa bir süre önceye kadar okuması yazması olmayan bahçevanların içgüdüler ve gözlemlerini harekete geçirerek dünyayı besleyen binlerce bitki türü olup çıkarmıştı. Daha sonra genetik bilgiler; istatik gibi zor edinen akıl aygıtlarıyla yoğurularak eğitim kurumlarının yüksek tepelerine ulaştı. Bu noktada sokaktaki insan, yeryüzünün yenilebilir bitki genetik kaynakları, “iyi ki bilenlerin ellerindedir” diye koruma sorumluluğu bilim kurumlarına bağlayabilir. Ancak bilim, genetik kaynaklar açısından iki farklı istikamete giden bir yol. Bir taraftan doğa ve kaynaklar koruma projeleri, programları yürütür veya destekler, bir taraftan da bilim, bir anlamda bikti kaynaklarının özelleştirilmesi sürecinin ilk basamağıdır. Çünkü bitkileri, fikri mülkiyet haklarıyla “özelleştiren” hukuki süreç, bilimsal yöntemler ve değerlendirmelere dayanıyor. Doğal kaynakların özellestirilmesi, insanların kullanım çemberi daralıyor. İnsan-doğa ilişkisi kopar ve ortaklaşa yaşatılan bitki çeşitlerini kaybolmasına terk ediliyor. “Eski günlere dönmek” değil amaç ama, keri kalan bitki genetik kaynaklarımız için atalarımızın yöntemleri eskiden nasıl bir yaşam yoluydu bugün de olabilir.
Peki geleneksel ıslahın temel yöntemleri nedir? 10 bin yıldan birkaç onyıl önceye kadar tohuma, çiftçi bakardı. Karnını doyuracak bitkilerini yakından takip edip tohumlarını seçerdi. Seçme kriterlerine göre o bitki/ürün sabitleşirdi veya değişirdi. Tarım tarihçiliğinde ilk tarım yapan topluluklarında bulunan yoğun kolektiflik farzına göre seçme kriterleri, yani aranan özellikler, topluluk düzeyede çıkarılırdı. 
Bugün de kırsal yaşamdaki sofraya bahçeyi bağlayan muhabbetler azaldıysa çiftçiler ve ürünlerini tüketen yerleşim sakinleri pazarlarda, kahvelerde, bahçe kapıları yanında, akşamlar ev eşiklerinde otururken yiyecek sohbetleri girip çıkar. Bir amcanın enginarının şanı, bir mahallenin biberinin çekiciliği, bir komşu kasabanın buğdayının 10 gün yenilen ekmekleri. 
Ancak tohumun açısından eski günlerle bugünler arasındaki önemli fark, çiftçinin bu sohbetlerde geçen zevk ve talep ifadelerinin somut ürüne yansıtma kapasitesinin (veya hevesinin) kaybolmasıdır. Yani bitkiye bu ya da şu yönde şekil vermeyi, yönlendirmeyi unutuyor, veya böyle bir çabanın mükafatını alamıyor, değeri tanınmaktan çıkmış.. 
Şimdi unutmak kültürü yüksek ayarda sürmektedir. Tohum işlerinin “profesyonellere bırakmak” kavramı adım adım ilerliyor. Tabi ister maddi etkenler veya sağlık kaygısı, ister hobistlerin tercihleriyle eski tohumların belli bir kullanım düzeyi devam ediyor. Örneğin televizyon vb modern hayatın getirdiği komşu-arası iletişimsizlik, bitki genetiğinin temel sirkülasyon (ortalıkta dolaşma, yayılma) gereksinimini mutlaka etkiliyor. Bir bahçevan, komşu duvarının arkasındaki bahçede ne ekildiğini bilemeyebilir. Bir çeşidi yetiştirmeye heves yapsa da komşusundan tohum istemeyi düşünmeyebilir. Ayrıca artık bahçe ekmek eylemine bir parça tasarruf yani “aile bütçesine katkı” düşüncesi yapışınca bu sohbet konusu cazibesini yitiriyor. Bir kasabada ne ektiğini sormaya durduğum bir bahçede meşgul olan bir hanıma, ben de bahçe yaptığımı söylediğimde gözlerine bir tevekkül ifadesi geldi ve yumuşakça “Ne yapcan” dedi. 
Unutmak kültürünün bir başka ürünü, çeşitler arası ayrım yapma alışkanlığı, özen veya ilginin, silinmesi. Pazarlardaki üretici sergilerinde ürün karışıklıkları—spesifik tipler arasında da “geçiş formları”yla beraber—gözlemlenebilir. Eski tohumlardan fidelerin olduğu bir bahçenin komşu bahçesinde pazardan alınan fideler ekilince hele ikisi aynı bahçede ekilince... cin şişesinden kaçar ve bir daha girmesine kimsenin ikna edecek gücü yok. 
Bu noktada yeni bir gelişmeyi işaret edelim de yüzlerimiz gülsün, köy veya atalık tohumlarının popülarite grafiği yükarıya çıkmasıdır. Çok fazla argüman veya gerekçeler uçuşmadan en normal şeymiş gibi ister aktivist ister hobist, toprak-tohum işi olan birçok insan düşünmeden eski tohum arar. Bu insanlar sık sık geleneksel tohumlara, belki bunlarla beraber bahçevanlığa, yeni gelen insanlardır. Pazardan fide ve kimyasal çözümler paketinden vazgeçen birçok insan var. Çünkü eskilerin tohumu, bundan çıkan köy bitki çeşitleri farklı dil konuşuyor. Farklı bakılması ister. Gençler var bu nüfusta. Önemli bir kısmı öğrenme macerasını yaşıyor şu sıralar. 
Geleneksel/köy/atalık tohumlar modern ıslah yöntemlerinden geçmiş olmayıp genetik donanımı açısından daha zengin. Çünkü modern ıslah yöntemlerin hepsi, hukuki tanımlar gereği, saflaştırmadan geçiyor. Saflaştırma, belli az sayıda özelliklerin bulundurması için bir de başka birçok diğer özelliklerin bertaraf edilmesi anlamına gelir. Bu yapılırken genetik donanımın bir kısmı kenara bırakılır, tektipleşme olgusu budur. Köy tohumları ekildiğinde ortaya çıkan bitkilerde az veya çok aralarında farklar gösterir. Literatürde buna popülasyon denir. Bu kelime nüfus demektir, yani içinde değişik bireylerin bulunduğu bir topluluk. Modern bitki ıslahı ise tektipleşmeye dayanıyor. Bitkiler ve ürünleri standart olmalı. 
Bu gereksinim bir de hukuki nedenlerden dolayı oluyor: tektipliğin mümkün kıldığı net izah, canlılar dünyasında fikri mülkiyet hakkı iddiasının ilk temel taşıdır. Gıda işlem ve tüketim yapısı aynı tarihte olgunlaşan, aynı boya gelen, aynı tadı olan ürünler arar. Bir bütün olarak modern gıda sistemleri tektipleşmeye mahkum ve minettar. 
Peki tektipleşme tarlada ne fark eder bu? Genetik zenginliğin azaldığı bir organizmanınzaman içinde değişmek kapasitesi daha az. Bu özellikle iklimin değiştiği bizim günlerde o bitkilerin şartlara uyma kapasitesini kısmak demek. Köy tohumunun değişme kapasitesi daha fazla. Geleceğe karşı sigorta gibi. 
Uzunca bu girişten sonra... geleneksel ıslahın yeniden keşfedildiği veya geleneksel ortamlarda bulunan bazı konseptlerin modern versyonların geliştirildiği işaretlerden birkaç örnek vermek istedim.
Avrupa’nın tohum hareketleri, resmi tohum kataloğunda yer almayan tüm tohumların satış yasağına odaklıdır.  Çabalarının ana ekseni çiftçinin kendi tohumunu saklayıp tekrar ekme hakkı, bunun politikalarda ve hukuktaki olası dayanakları. 
Avrupa’daki koruyucu bahçevanlık geleneğinden dolayı miras denilen tohum stoğunun amatörlerin başarabildiği kadar görece saflaştırılmış; bu çeşitlerinin bilinen belli özellikleri için tohum seçimindeki titizlik sonucu belki. Bunlardan daha geniş bir genetik havuza dönüştürme çalışmaları yok değil ama en yoğun olarak düzenlenen atölye (ki her yıl sayılarıyla şaşırtıyor) konusu, fazla miras tohumunun daha fazla insanın eline geçmesi. Avrupalı tohum hareketleri, öncelikle bireylerin tohuma ulaşım ve kullanım konusundaki pratik kazanımlar üzerine çeşit korumasının kolektifleştirme yollarına doğru giden bir sürece girildi. 
Avrupa ve Türkiye’nin bağlı olduğu tohum hukuk sisteminden farklı olan ABD’deki sistemde miras tohumlarının satışı yasak değil. Örneğin onlarca miras tohumculuk firma veya STKlardan biri olan Seed Savers Exhange’in kataloğunda bulunan tohum türleri, hukuki olarak (fikri mülkiyet hakları ile) koruma altında değil; hatta biyoçeşitliliğin korunması adına buradan satın alınan tohumların saklanması, yeniden kullanması teşfik ediliyor. Ancak miras tohumlarının yasak olmadığından belki, birkaç aktivist veya maceracı dışında çoğu hobist miras tohumlarını ve fidelerini Seed Savers Exchange veya yerel tohum üreticilerinden almayı tercih eder. Kuzeybatı ABD’de yaşayan, deneyimci ve inançlı ekolojist olan kız kardeşim eğer Avrupa’da yaşasaydı büyük ihtimalde tohum saklayıcı olurdu. ABD’de olmak zorunda değil. 
Sorun şu ki bahçevanların tohumlarını saklamalarını zorlayan bir unsur olmayınca geleneksel tohum ıslahçılığı yine görece daha dar bir dernek ve şirket havuzuna kısıtlı kalıyor. Bunların sayıları az değil fakat organik tohum sektörünün daimi tohum yetersizliğinin gösterdiği gibi yine yetersiz sayılabilir. Tohum aktivizminde görece büyük kurumlardan biri olan Organic Seed Alliance, bu mesajın önemli taşıyıcılarından biri. Bir dizi konfereans ve atölyelerle daha fazla organik çiftçinin bu uğraş alanına çekmeye çalışıyor. Organik sektörünün tohum sorunu ötesinde Carol Deppe gibi amatör ıslahçılık savunanları “herkes birer ıslahçı (olmalı)” mesajı yaymaya çalışıyor. Deppe, tohum tüketicisi (kız kardeşim gibi—özür dilerim Kate!) ve yaratıcısı arasında ayrım yapıyor. Tohum saklayan herkes bir anlamda ıslahçı (bazı tohumları yaşatmakla, diğerleri ölüme bırakmakla) ama, bunun daha bilinçli ve gündemli bir şekilde yapılmasını ikna etmeye çalışıyor. Yıllarca Carol Hanım, diğer bir avuç amatör ıslahçıyla beraber belli bir yalnızlık içinde çalışmalarını sürdürmüştü. Son yıllarda permakültür vs sitelerinde bunun daha fazla atıfta bulunması, bu mesajın daha fazla duyulması başladığını düşündürüyor.
Meselenin bir diğer yüzü geçmişte bazı ülkelerde zirai kalkınma için dramatik fark yaratan kamu programlar. ABD’de düzenlenen bir konferansta (2004), son çeyrek yüzyılda her yönüyle zayıflanan kamu ıslah programlarının, kamu olmasıyla beraber özel bir rolü olan gerekliliği vurgulandı. Örneğin ıslah çalışmalarının doğrudan gelir sağlayacak üretime bağlı olmadığı için kamu ıslahçılığının deneyimciliğe açık olup yenilik üretebildiği anlatıldı. Bunun bir örneği, bu gelenekten gelen Dr Raoul Robinson’un “yatay direnç” konsepti. Buna göre modern konvansyonal bitki ıslahında ana eksen, tek bir sorun veya hastalığa karşı “tek gen” dolayısıyla “dikey direnç” denilen direnç kazandırma konsepti. Bu yaklaşımla, zaman içinde uzun bir dizi spesifik sorunlara karşı hazırlanan bitkiler ıslah edildi ve edilmeye devam ediyor. Ancak her yeni soruna karşı geliştirilen dikey direnç çözümlerinin, bitkilere saldıran organizmların evrilip yeni türevlerinin baş göstermesiyle beraber, ömrü genellikle kısa. 
Bu yaklaşıma karşın Dr Robinson ve arkadaşları bir bölge veya ekolojide bulunan, tek bir tehdit değil tüm çevre koşullarına karşı (hastalıklar, zararlılar, iklim-toprak koşulları) belli bir çeşidin bir bütün olarak geniş yelpazeden (“çoklu gen”) direnç kazandırma konsepti geliştirdiler. “Yatay direnç” adıyla uygulamaları ve konsepti yayma çalışmaları devam ediyor. 
Tabi yatay direnç konsepti aşağı yukarı atalarımızın bütünsel bitki sağlıklılığı konseptinden çok farklı değil; adaptasyon (uyma) ile belli bir bölge/ekolojide geçerli olan geniş direnç faktörü “yerel çeşit” adıyla tanınıyor. Tabi geleneksel çiftçiliğin hemen hemen tümüyle kaybolmuş olan ortamlar böylece belli bir “tekerleği yeniden keşfetmek” yanı anlaşılabilir. Ayrıca bunca “ilerleme’ umutlarına bağlandıktan sonra “atalarımızın yöntemlerine dönüyoruz” lafı en ekolojist insanın kulağına tuhaf gelebilir. Çaba, bir anlamda eski bilimin yeniden formatlanması ve geliştirilmesidir gibi gözüküyor.
Üretim, tüketim, bioyçeşitlilik, mutfak kültürleri gibi alt başlıklarıyla “gıda sistemleri” konu alanı akademik ilgi gittikçe arttığı bir dönemde bulunuyoruz. Tohum hareketleri de mercek altına giriyor. Bir Amerikalı araştırmacı, tohumlarını saklayıp tekrar kullanan insan ve grupların, farklı yerlerde yürütülen farklı farzlar ve prensiplerle, özetle bu işin dağınık ve enformel olması çeşitliliğin önemli bir kaynağı olarak tespit etti. Dimasuay, hobist veya aktivist bahçevanların bitkileriyle kurdukları ilişkilerdeki kaçınılmaz duygusallık, değişik davranış biçimlerine yönlendiriyor. Tecrübeli bahçevan, “Bitki bana ne istediğini, nasıl davranmam gerektiğini anlatır”, der. Hatta konvansyonel ıslahçılığın mesleki efsanesinde “ıslahçının gözü” tabiriyle anlaşılan bu içgüdüsel veya duygusal yanı hep vardı.
Tabi çok fazla sayıda opsyonu sunan bir bahçe ortamında bitki karşısında gözlemleriyle algıladıkları ince mesajlarla duygusal planda insanlar aralarında ne kadar farklı, kendine has şekil ve tepkiler beklenebilirse o kadar farklı davranış biçimleri beklenebilir. Bu olgu, genetik çeşitliliği ile sonuçlanıyor. 
Dimasuay’ın burada da tespit ettiği, yaygın olarak anlatılan çok daha eski bir paradigmanın (geleneksel tarım) modern versyonudur. Tarım tarihçileri bitkide çeşitlenmesinde bu gibi coğrafik faktörlerin önemini vurgular. 
Başka bir akademisyen, kabile metaforu ile İngiltere’deki tohum kullanıcı gruplaşmalarını anlatmaya çalıştı. Esnek, değişken ve sürekli aralarında bilgi ve materyal paylaşımlarını gerçekleştiren bu “kabileler”’in yetiştiricilik ve tohum alımına gelince her birisinin yine belli yöntem “kültürü” (pratiği) gösteriyor. Bu yöntem çeşitliliği de, beklenebildiği gibi bitkiler arası farklılıkları (çeşitlilik) ile sonuçlanıyor. Eski günlerde bir tepenin ayırdığı iki kabile, aynı ahlattan biri Ankara armudu biri Al Yanak armudu yapar. 
Burada anılan çalışmalardan çıkartılacak ders, “sayılarla ve çalışma prensipleriyle ne kadar farklı kişi/grup, bitkilerler ve bitki genetik materyali ile uğrasıyorsa sonuç itibariyle bir o kadar genetik çeşitlilik beklenebilir.”









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder